Hikayeler
Tarih boyunca sayısız uygarlığa ev sahipliği yapan Mezopotomya’da yüzlerce, binlerce yıldır halkın süzgecinden geçerek günümüze aktarılan efsanelerin tümü, izini sürmeye değer rengarenk hikayeler barındırıyor. Halk arasında nesilden nesile geçen bu hikayelerdeki kahramanlar öylesine tanıdık ki… Mezopotomya’nın kadim topraklarında yetişen bu kahramanlar, bu kültürün rengini ve dilini kendi hikayelerine taşıyor. Mem û Zîn ve Zembilfiroş gibi bu coğrafyada mayalanan aşklar ve ilahi yansımaları, zorbalara direnen Hz. İbrahim’in adalet ve doğruluk peşindeki mücadelesi, zorlu hayat yolculuğunda anlam arayan insanoğlunun en etkin kılavuz fenerlerine dönüşmüş. Diyarbakır surlarından, Eğil Kalesi’nden çıkan efsaneler, manastırların gizemli havası, Mardin’in Beyaz Suyu ve Ravanda Kalesi ile Kızıl Çam’ın dostluğuna dair hikayeler, hala insanoğlunun yolunu aydınlatıyor.
Hz. İsa ve Kutsal Mendil
Hz. İsa'nın tebliğinden bir süre sonra Hristiyanlığı kabul eden Edessa (Urfa) Kralı V. Abgar Ukkama, cüzzama yakalanır. Hz. İsa’nın hastaları iyileştirdiğini duyan Kral, çok hasta olduğu için Kudüs'e bizzat gidemez ama Hannan adındaki elçisini Hz. İsa’ya gönderip, bir mektupla Edessa’ya davet eder. Hannan, aynı zamanda becerikli bir ressamdır. Hz. İsa'ya getirdiği mektubu sunduktan sonra, yüzünün resmini yapmayı dener ancak başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. İsa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan bir mendille yüzünü silip Hannan'a verir. Yüzünün kopyası mendile çıkmıştır. Hannan bir mektupla birlikte, mendili de alarak Edessa'ya döner. Kral, bu mendil sayesinde cüzzamdan kurtulur. Mendil daha sonra şehrin giriş kapılarından birinin içinde bir yere saklanır. İslam yöreye hâkim olunca, kutsal mendil Müslümanlar’ın eline geçer. Bizanslılar’la yapılan bir savaşta, Müslümanlar’ın bir kısmı esir düşer. Bizanslılar, esirlerin geri verilmesi için kutsal mendilin kendilerine teslim edilmesini şart koşarlar. Sonunda kutsal mendil verilir ve esirler... Devamını oku »
Halil-Ür Rahman Gölü
Zalim Kral Nemrut, bir gün bir rüya görür ve o yıl doğacak çocuklardan birinin kendisini öldüreceğine inanır. Bunun üzerine o yıl doğan tüm çocukların öldürülmesini emreder. O zaman İbrahim Peygamber’e hamile olan Sara, bir mağarada gizlenir, çocuğunu burada doğurur ve mağarada bırakarak evine döner. Çocuğu bir dişi ceylan emzirir. Aradan zaman geçer, askerler İbrahim Peygamber’i mağarada bulup Nemrut’un yanına getirir. Çocuğu olmayan Nemrut, onu yanına alıp büyütür. Ancak Nemrut’un zulmü ve putlara tapınması karşısında sessiz kalmayan İbrahim Peygamber, bir gün Saray’daki putları baltayla kırar ve baltayı da en büyük putun eline tutuşturur. Görevliler durumu Nemrut’a bildirir. Sorgulanan Hz. İbrahim, “Görmüyor musunuz balta büyük putun elindedir. Herhalde bu işi o yapmıştır” der. Nemrut öfkeden bağırarak, “Bir taş parçası nasıl eline balta alıp da putları kırar” der. Bunun üzerine Hz. İbrahim, “Bir taş parçası eline balta alıp bu işi yapamazken sizi nasıl koruyabilir” cevabını verir.... Devamını oku »
Aynzeliha Gölü
Rivayetlere göre Nemrut’un kızı Zeliha Hz. İbrahim’e aşıktır. Babasını, Hz. İbrahim’i ateşe attırmaktan vazgeçirmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Bunun üzerine Zeliha da kendini ateşe atar, düştüğü yer göl olur. Bir başka inanışa göre de Zeliha, Hz. İbrahim’in arkasından o kadar ağlar ki, gözyaşlarından Aynzeliha Gölü oluşur.
Devamını oku »Mem û Zîn
Cizre Beyi olan Mir Zeynuddin’in, Zin ve Siti adında çok güzel iki kardeşi vardır. Divan Kâtibi’nin oğlu olan ve ‘Memialan’ lakabıyla tanınan Memo ile Divan Veziri’nin oğlu olan Tacdin de yakın arkadaştır. O vakitler mart ayında çeşitli eğlenceler düzenlenir. Cizre halkı çoluk çocuk kıra çıkar, gençler ise birbirlerini İslam’a uygun bir şekilde görür, beğenir ve bu şekilde eş bulurlar. Memo ile Tacdin, bu eğlencelerde kılık değiştirip kız gibi çarşıya çıkar. Burada insanları seyrederken, iki kişi görürler ve onları görür görmez bayılırlar. Aslında erkek kıyafeti giyen bu kişiler Zin ve Siti’den başkası değildir. Zin ve Siti, Memo ile Tacdin’in parmağındaki yüzükleri alıp, kendi yüzüklerini onlara takarak oradan ayrılırlar. Memo ile Tacdin kendilerine geldiklerinde parmaklarındaki yüzükleri fark ederler. Memo’nun parmağındaki yakut yüzüğün üzerinde “Zin”; Tacdin’in parmağındaki elmas yüzüğün üzerinde “Siti” yazmaktadır. Gençler, kızların da onlar gibi eğlencede kıyafet değiştirdiklerini... Devamını oku »
Zembilfiroş
Efsaneye göre Mervani Devleti'nin başkenti Farqin’de yani bugünkü adıyla Silvan’da hüküm süren sultanın zevk içinde yaşayan çok yakışıklı bir oğlu vardır. Avlanmaya çıktığı bir gün, bir mezar ve mezardan dışarıya çıkmış iskelet parçalarını görünce, ölüm gerçeğiyle yüzleşir. Oracıkta Allah’a sığınarak dünya nimetlerinden vazgeçeceğine yemin eder. Yaşadığı zenginliği arkasında bırakarak, yollara düşer. Evlenir, çocuk sahibi olur, diyar diyar gezerek zembil (sepet) yapıp satmaya başlar. O artık bir Zembilfiroş (sepet satıcısı) olmuştur. Yine sepet sattığı bir gün Farkin Bey’in eşi Hatûn Han’ın dikkatini çeker. Sepet alma bahanesiyle Saray’a çağrılır. Hatûn Han ilk görüşte Zembilfiroş’a aşık olur ve aşkını dizelerle anlatmaya çalışır:
Zembîlfiroş zembîla tine
Dikan bi dikan di gêrîne
Hiş li Xatûnê namîne
Serî li zeman di gerîne
Gazi dike ku bibîne
Were ser doşeka mîr e
Li te helal, herama mîr e
Bidime te zulfî... Devamını oku »
ZAMANIN AYNASINDA – Jale Sancak
İshak Bey, karısından yadigâr aynayı her zamanki gibi pencerenin pervazına dayadı. Epeyce uzayan ak sakalını biraz kısaltmanın vakti gelmişti. Tekerlekli sandalyesiyle karşısına geçip baktı, yüzünü göremedi aynada. Sırlı camın yüzeyinde tek bir görüntü yoktu. Kaygıyla ‘Hayret’ diye mırıldandı, ‘Tuhaf şey.’ Yaşlılık bu kadar mı bozdu gözlerini? İri camlı gözlüğünü takıp tekrar baktı. Hayır, hiçbir şey yansımıyordu aynaya. Uzanıp aldı, iyice yaklaştırdı yüzüne. İshak Bey’in sureti kayıptı. Şaşkınlık ve ürküntüyle kalakaldı. Aynanın görüntüleri yutup sakladığını henüz bilmiyordu. Bir tek yansımanın bile kaybolmadığını, günü gelince biriktirdiklerini geri verdiğini bilmiyordu.
Sabahın odaya dolan parlak ışıkları soluklaştı. Yüzüne yakın tuttuğu sırlı yansıtıcıyı birdenbire sis kapladı. Bu yoğun sisle birlikte nereden estiği belirsiz güçlü bir rüzgâr birkaç yıldır yürümekte zorlanan İshak Bey’i hızla aynanın içine çekti. Yaşlı adam ansızın bir boşluğun içinde buldu kendini. Etrafına tedirginlikle... Devamını oku »
EĞİL YOLCULUĞU – Jale Sancak
Dümensiz tekne, Dicle Nehri’nin üzerinde kayarcasına ilerliyor, kendisi çiziyor rotasını. Issız yamaçların, sarp kayaların arasında belirsiz bir yöne doğru yol alıyorlar.
Teknedeki dört kişi tarihin farklı zamanlarından çıkıp geldiler. Siz deyin birer hayalet, ben diyeyim hayalle yaratılmış birer hikâye kahramanı. Hikâyeler hayal gücüyle yazılır lâkin dertleri yaşananları anlatmaktır.
Sözün özü hikâyeleri hayal ürünü de olsa bu dört kişi geçmişte yaşadıkları yere dönmek, size Eğil Kalesi’nden kimler geldi kimler geçti anlatmak için şimdi, buradalar.
Asur hariç, teknedeki diğer üç kişi derin bir uykunun döşeğinde. Uzun, çok uzun uykusuzluklarından sonra, kana kana uyunan bir uyku bu.
Asur, çağlar öncesinden bir çağrının izini sürerek geldi. Geceydi. Kayalıkların arasına gizlenmiş düzlükte buldu diğer ikisini. Üşüyorlardı. Sarışın, çocuksu, dargın yüzlü Yako, iki küçük kozalak saklıyordu avuçlarında. Danyal çelimsiz ve Yako’nun tersine buğday... Devamını oku »
ŞEN OLUR ŞENLİK OLUR BARAK DÜĞÜNÜ – Jale Sancak
Başaklar usul usul salınırken beş davul aynı anda ses veriyor.
Kollar aynı anda kalkıp iniyor, tokmak aynı anda vuruyor, tatlı, kıvrak, coşkulu nağmeler yükseliyor göğe doğru. Zurnalardan nefesler uçuşuyor.
Ahali yavaş yavaş meydanda toplanıyor. Bedenler kıpır kıpır, gün boyu halaylar çekilecek. Eller birbirine kavuşmaya, diller söylemeye hevesli.
Boz kanatlı üveyikler kanatlanırken Zeynep pencereyi açıp bulutsuz gökyüzüne baktı.
Düğüne yaraşır bir hava. Hafif, temiz, mis gibi. Fıstık hasadı sonrası güneş de bunaltmıyor artık. Zeytin dallarında kuşlar ıslık çalıyor. Sevdalılar murada erecek. Ersin, herkes muradını tez alsın.
Hüznüne rağmen gülümsedi.
İki gündür sevincine gölge düşüren o eski, yarım kalmış hikâyenin sızısı belki biraz azalıverir bugün. Belki köyün meydanını kuşatan bu şen seslerle açılıverir içi. Türküler ne güzel şenlendiriyor sabahı. Ah bu kalbin sözünü söyleyen türküler!
Dün akşam, ‘Halaya durucan mı?’ dedi Firdevs, çekingen bir tavırla, bakışları... Devamını oku »
MOR EVGİN’İN ÇOCUKLARI – Jale Sancak
Güneş yükseliyor. Gökyüzü lekesiz. Dört bir yan henüz sessiz ve kıpırtısız. Gabriel, bitimsiz görünen safran rengi Mezopotamya ovasına bakarken belleğindeki sis birden açılıverdi. Patikadan yukarıya tırmanan yorgun bir atın sureti geçti bir an gözünün önünden. Havada asılı kalan kişnemeyi duyar gibi oldu. O sırada çocukların telaşlı ayak seslerini işitti, mırıltılarını. Birlikte sabah duası edecekler az sonra, hep olduğu gibi.
Sahi, bir kırk yıl oldu mu manastıra geleli? Oldu ya! Bir çırpıda söyleniverir, oysa bir ömür. On altısındaydı, dünyadan bihaber, kederli bir çocuk. At, dağ yolunu güçlükle tırmanırken kayalardan kopan sesler yamaçlardan yuvarlanıp parçalanmış, kulaklarını uçurumların şarkısını doldurmuş, varana dek mağaraların derinlerinden gelen uğultuları dinlemişti. Geri dön mü demişlerdi, geri dön, geri dön… Öyle mi sanmıştı yoksa? Bir yanılsamaydı belki de. Hay Allah, nereden aklına düştü şimdi kırk yıl öncesi. Yoksa dün getirdikleri, yüzü mahzun, duruşu ürkek, duaya isteksiz... Devamını oku »
BEYAZ SUYUN ÖDÜLÜ – Jale Sancak
Sabah erkenden yola düştü Baran. İyice tenha ortalık. Kış kapıda. Güneşli bir soğuk var. İsteksiz adımlarla yürüyüp köprüyü geçti. Canı sıkkın kaç gündür. Yalnızlığına bir de kısmetsizlik eklendi. Ana yola çıkıp Beyaz Su tarafına yöneldi. Çığlığa benzeyen bir ses duydu tam tepesinde. Başını kaldırıp baktı… Gümüşi bir ebabil. Üstünde dönenip duruyor. Buraların kuşu değildir, tuhaf! Her neyse, vardır bir bildiği. Sararmış kavakları ardında bırakıp yürüyüşünü hızlandırdı. Ebabil hâlâ takip ediyordu onu. Sahiden tuhaf! Bir şeye mi işaret ne?... Ebabil sürüsünün, Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin fil ordusunu gagalarındaki taşları atarak kaçırdıklarını anlatırlar. Mübarek sayılır öteden beri. ‘Hayırlısı bakalım’ diye mırıldandı. Çok geçmeden peşine takılan kuşla birlikte iki vadi arasından güldür güldür akan suyun kıyısına vardı. Ama nasıl bir su! Dupduru. Diri. Gönül açıcı ve bereketli. Hayat veren coşkun bir pınar. Üzerine eğilmiş çınarların, akasyaların akisleriyle... Devamını oku »
KIZIL ÇAM İLE RAVANDA KALESİ’NİN DÜŞÜ – Jale Sancak
Gece hızla indi dağın taşın, köpürerek akan suyun üzerine. Kızıl Çam, göğe baktı, canı uyumak değil yarenlik etmek istiyor bu gece. Kış boyunca soğuk, yağmur, fırtına derken sustu, sözünü bahara sakladı. İşte şimdi buram buram bahar. Ravanda Kalesi de mevsimi gelince mutlaka bir kelam bekler. Bu gece muhabbetin zamanı. İşte bu yüzden yıldızlar sökün etti, kale ile ağaca, söz ile hikâyeye ışık olsunlar diye.
Ağaca ömür biçen toprak, toprağa kök salan Kızıl Çam tam iki yüz altmış yıldır Ravanda’nın karşısında berk, gümrah ve şefkatli durur. Ravanda, beyaz bir dağın üstündedir, kunt, gizemli, heybetlidir. Birbirlerinin varlığından hoşnuttur ikisi de.
Asırlardır birbirlerini seyrederler, bilirler ki asla yalnız değildirler. Bilirler ki gecenin zifirinde, kara kışın ıssızlığında, kuş uçmaz kervan geçmez günlerde biri ötekinin varlığıyla avunur, gönenir. Ravanda başı bulutlu, Kızıl Çam ise dalı kuşlu iki yarendir.
Bir ağaç ve bir kale değildirler sadece, onlara dokunan zamana dokunur. Bu iki zaman yolcusu nice düşe, masala, efsaneye mekândır.... Devamını oku »
HAMİDE’NİN GÜLHEZAR KİLİMİ – Jale Sancak
Hoş geldin güzel kızım, iyi ki geldin, hiç görmedim lâkin bilirim oraları. Denizlerin, vapurların, uzun yolların kokusunu getirdin. Otur hele de anlatayım bir bir.
Bu soğan kabuğundan turuncudur, bu uçkun yaprağındandır, sütleğen otu sarıların sultanıdır. Yaş ceviz kabuğunun siyahı pek yamandır, mavi çivit otundan elde edilir, kiremit rengi nar kokar… Hepsi kök boyanın maharetidir, renklere baktıkça insanın içi coşar. Renkler dans eden bir nehir gibi kilimlerin desenlerinden akar. İnan ki hepsi birbirine sevdalıdır.
Mavi akınca gök göverir, bulutlar yaz bulutları, kanatları güneşli çocuklardır. Benim hiç çocuğum olmadı, kader kısmet işte ama kilimle avunur dururum. Bak, bu Heçik, bu Kesneker, kimsenin yapamayacağı kadar zor demektir Kesneker. Şu yayla gülü, şu Sariye Gül desenidir. Şunlar da Jirkan ile Lülüper. Yeşil akınca toprak göverir, ardıçların, köknarların türküsü. Biraz şiire benzedi ya, öyledir aslında, şiir gibidir Jirki kilimi. Kırmızı, çınar kabuğundan gelir. Mayası sumaktır. Kırmızı akınca aşk göverir. Ellerimi bir türlü renklerden... Devamını oku »
KUTSAL DAĞ – Jale Sancak
Bulutlara ilk kez bu denli yakın. İlkyaz rüzgârının coşkulu ıslığına. Doruğa. Sason’da, Mereto Dağı’nda mayıs güzelliği. İlk kez tırmandı bunca yükseğe. Sınırları silen, sonsuzluk duygusu uyandıran bir noktada duruyor şimdi. Eflatun bir buğunun içinde dağlar art arda uzayıp gidiyor ötelere. Dağlar bitimsiz. Dağlar tepeden tırnağa bahar. Derin bir soluk alıyor, sonra bir soluk daha, bir daha, bir daha… Taze havayı içine çekiyor, içi açılıyor. Dağ denilince hissettiği korku, ulaşılmazlık, ıssızlık duygusu yavaş yavaş eriyor. Sadece sınırsızlık. Sınırları çizilip daraltılmış bir hayatın içinden geldi buraya.
Eriyen kar, Ayngebire Şelalesi’nin sularıyla birlikte yamaçlardan çağıl çağıl akarak aşağıdaki dereye kavuşuyor. Şelale, Mereto Dağı’ndan alıyor kaynağını. Kanyon boyunca yosun yeşili ağaç kümeleri, ince uzun kavaklar, nefti, sık çalılıklar büyüleyici güzellikte. İrili ufaklı kayaların yansısı düşüyor akan suyun aynasına. Nice sonra ilk kez bu sabah kaygıdan uzak uyandı. Sadece tatillerde olduğu gibi, içi hafif, yatışmış.
Bakışını tekrar göğe... Devamını oku »
O BİR YILKI – Jale Sancak
Taşbalta sessiz. Karşı tepelerin üstüne yüzlerce kandil alevinin kızıllığı. Kuşlar semah dönüyor kızıllığın içinde. Aşağıda Botan Çayı, Alkumru ile kucaklaşıyor. Yamaçta dikilen Zeynel’in çocuk gözleri bir Botan’da bir semahta. İçinde anlaşılmaz bir kıpırtıyla ulak bekleyenlerin heyecanı, topun peşinde koşturan arkadaşlarını bıraktı, koptu geldi.
Seviyor Zeynel, top oynamayı değil, köyün bu ucundan anayola çıkıp dağla kucaklaşan suyu seyretmeyi. Ah bir de daha öteleri görebilse, daha uzakları, dağın her yanını, ötesini, büyüklerinin anlattığı Gusir Höyüğü’nü, Gerra Han Köprüsü’nü, Delikli Taş’ı… Babası kaygılı, ’Tuhaf bir çocuk bu, akıl sır ermez’ diyor anasına. Güneşte üzüm kurutan, ipe incir dizen, susam ezen anası susuyor. Zeynel de onları anlamıyor. Ceviz, badem, alıç ağaçlarıyla çevrili köyü güzel olmasına güpgüzel ama dünya Taşbalta ile sınırlı değil ki. Kitaplar neler yazıyor neler.
Nal seslerini henüz duymuyor Zeynel ama doru bir at rahvan... Devamını oku »
HALEPLİBAHÇE’NİN AMAZONLARI – Jale Sancak
Toprağı kazdıkça her defasında bir adım daha yaklaştılar Orfeus’un şiirlerine. Şiir, insanın nadide bir hediyesi hayata. İşte bu hediyelerden biri, yüzlerce yıldır toprağın altında uyuyordu ki nihayet uyandı, merakla bekleyenlere tüm ihtişamıyla göründü. Sorsalar nedir diye hiç tereddütsüz ‘mutluluk’ der şiire ve Haleplibahçe’ye.
Sevgili anneciğini biraz üzdü evet ama pişman değil onu dinlemediğine. Ah dünya tatlısı anneler, çocukları hep gözlerinin önünde olsun isterler. Anlıyor elbette. Peki ya çocukların arzusu? ‘Günlerce dağda bayırda dolaşacaksın’ dedi Nükhet Hanım. Suratı bir karış, sesi kızgın, ‘Güneşin altında pişeceksin, soğukta donacaksın. Hasta olacaksın belki de’ dedi. ‘Evden haftalarca uzak kalacaksın a yavrum… Kaz Allah kaz! Toz toprak içinde…’ dedi. ‘Mezar kazıcılığı bu, kemik toplayıcılığı, üstelik kadın işi değil’ dedi. Kısacası demediğini bırakmadı. Babası yaşasaydı ne söylerdi acaba, ondan yana olur muydu? Kim bilir… Her neyse, o şimdi gayet hoşnut halinden. İyi ki uzun tartışmalar,... Devamını oku »
TAŞ USTASI HERODİAN’IN İMZASI – Jale Sancak
İnsan doğmadığı bir toprağı sevebilir mi?.. Gönülsüz, mecburen geldiği bir yere âşık olabilir mi?.. Olabilirmiş. Tepede dikilip ovayı seyreden köle Herodian ilkin bunu kavradı. Harran göğünü melekler kanatlarında taşıyor, ilahi bir nefes, ruhlarına huzur ve hafiflik, kollarına bacaklarına güç üflüyordu. Ova bağışlanmış bir cevherdi.
Çok uzaktan, Doğu Roma’nın başkentinden, uzun, zorlu yolları aşarak geldiler Harran’a. Helenapolis dediler adına.
Henüz çocukken köle alınmış yoksul ve mutsuz Herodian, sevgili şehrini acıyla terk etti imparatorun buyruğuyla. Yer yer yıkılmış surların içine, kaya mezarları ve sayısız mağaranın yan yana dizildiği yer altı şehrinin üzerine bir koloni şehri kurulacaktı. İstememesine rağmen güçlü kuvvetli olduğu için seçilmişti. Gün doğumunda vardılar kutsanmış, ıssız toprağa. Sabahın serinliğinde güvercinler karşıladı onları. Sayısız ak güvercin sevinçle uçuştu etraflarında. Ilık bir rüzgâr uzaklardan gül kokusu taşıyordu. Koku, bir deniz gibi durmadan dalgalanan ruhunu yatıştırdı. Nedense umulmayacak bir sakinlik... Devamını oku »